3 Ağustos 2008 Pazar

Kurd Hareketine Marksist Bakış

Kürt ulusal hareketiYurtseverlik ile komünizmi kardeşleştirme girişimlerinin altında nasıl bir milliyetçi anlayışın yattığını anlamak için aslında derin incelemelere girmek gerekmiyor. Lenin'in defalarca vurguladığı gibi, burada turnusol kâğıdı olarak, ezen ulus komünistlerinin ezilen ulusun mücadelesine karşı takındıkları tutuma bakmak gerekir. Ve Türkiye'de bu "şansa" sahibiz. ABD emperyalizmi karşıtlığında sosyalist devrimin temel dinamiklerini arayanların, en azından Türk sömürgeciliği karşısında yaşam kavgası veren Kürt hareketine benzer nedenlerle bile olsa daha anlayışlı yaklaşmaları beklenirdi. Öyle ya, Kürt sorunu bağlamında Kürt yurtseverliğinin inkâr edilemez bir nesnelliği vardır. Ama TKP'nin bu sorundaki tutumu örtük bir şovenizmden başka bir şey değildir. Bu reformcu Stalinistlere göre Kürt sorunu, sosyalist devrimle birlikte bir anlamda kendiliğinden çözülecektir. Kürt halkının mücadelesi, bu basit nedenden ötürü, Türkiye'de sosyalist devrim mücadelesinin bir parçası olmak zorundadır! Bu zorunluluk kavranıldığı ölçüde Kürt hareketi anlamlıdır, aksi taktirde, bu gibi reformistlere göre, bir kıymeti yoktur. "Kürt yoksulları neden baskı altındaydı? Daha fazla sömürülebilmeleri için ... daha fazla sömürülmeyi kabul ettikten sonra, Kürtçe konuşmaları serbest bırakılsa ne olur, bırakılmasa ne olur?" diyorlar.[13] Bu üslup bir komünistin değil, bir "büyük Türk zorbası"nın üslubudur. Eğer burjuvazi değilse, Kürtçe konuşup konuşulamayacağına kim karar verecek? TKP! Çünkü "Sosyalizm, Kürt emekçilerini yeni bir düzenin eşit kuruculuğuna çağırmaktadır. Bu çağrının sahibi Türkiye Komünist Partisidir". Bugün ortada sosyalizm var ve TKP'de somutlaşan bu sosyalizm Kürt halkına çağrıda bulunuyor! Ültimatom veriyor desek daha doğru olur.Türkiye'de bugüne dek sol hareketin çok büyük bir kesimi, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini, kendilerinden bağımsız bir özne olarak görmeyi kabul edememiştir. Kürt hareketi bunlara göre bağımsız olabilecek bir devrimci özne değil, kendi sözümona sosyalist ya da demokratik devrimlerine tâbi olması gereken bir nesnedir. Kürt hareketinin meşru bir hareket olarak anılabilmesi için yalnızca ulusal bir temele dayanması bu şovenistlere göre yeterli değildir. Sosyalist de olmak zorundadır. Bu nedenle de sorarlar, "Sosyalist Cumhuriyet'in eşit kuruculuğuna var mısınız"? Yoklarsa ne olacak? Bu durumda hiçbir hakları da yoktur, mu? Bizce esas sorulması gereken şudur: Ey "Türk komünistleri", "Kürtlerin kendilerine ait bağımsız bir devlet kurma hakları var mıdır?" Soru çok nettir. Kem küm etmeden, bu hakları vardır ve bu haklarını hangi yönde kullanacaklarına yalnızca kendileri karar verebilirler, diyebiliyor musunuz? Aksi takdirde, ne söylerseniz söyleyin boştur.Lenin, Rosa ile giriştiği tartışmada, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunurken, sorunu, boşanma hakkıyla benzeterek ifade etmişti bir keresinde. Biz aynı benzetmeyi, bu şovenistlerin önerisine uyarlayalım: Kadının biri kocasından yıllarca dayak yiyor, eziliyor, horlanıyor. Bu kadının boşanmaya hakkı var mıdır? Boşanma talebi meşru mudur? Şovenist çıkıp diyor ki, ondan boşanabilirsin ama benimle eşit bir temelde evlenmeyi kabul etmen koşuluyla! Peki diyor kadın, senden dayak yemeyeceğim ne malum. Cevap veriyor şovenist, olur mu öyle şey, sorun çözülecek, çünkü bunu ben söylüyorum!Bu benzetme çok mu abartılı oldu? Bakalım ne dediklerine: "TKP, sosyalist Türkiye'de ayrımcılık için tek bir neden olmayacağını ilan etmektedir". Burjuvazi de kapitalist Türkiye'de aynı iddiayı ilan etmektedir. Sorun ilan etmekle çözülmüyor. Bu "sosyalist" çözümün garantisi var mıdır? Vardır, bu çözüm bir hipotez değildir, çünkü "ortada bir Türkiye Komünist Partisi gerçeği vardır". (Komünist Gazetesi, sayı 108)Aynı yazıda şöyle devam ediliyor. "Peki, Türkiye Komünist Partisi genel bir sosyalizm çözümünden öte ne söylemektedir?" Bakmaya değer. 1) "TKP, Kürtler için yakın bir olasılık olan Irak'ta Kürt (veya Kürtlerin ağırlık taşıyacağı coğrafi) özerk/federe devletin temel anlamının ABD için 'serbest askeri bölge' olduğuna dikkat çekmektedir." Şuraya bakar mısınız! Kürt sorununun "genel bir sosyalizm çözümünden" öte özel birtakım tedbirleri beklerken, karşımıza çıka çıka Kürtlere verilen yeni bir uyarı, yeni bir ültimatom çıkıyor. Sakın ha Irak'ta bir Kürt oluşumuna destek vermeyin! Çünkü bu ABD için serbest askeri bölge demek olacaktır. Bu durumda "en büyük Kürt nüfusunun da yaşamakta olduğu Türkiye'nin kurtuluşu sadece zorlaşacaktır". Peki ya Türkiye'de yaşayan Kürtler, TC'den ayrılıp, Irak'tan kopartılarak oluşturulacak olası bir ABD denetimindeki Kürt devletine katılmayı isterlerse? Hayır, asla izin verilemez! Bu yaklaşım hangi kapıya çıkar? Türkiye'de yaşayan Kürtlerin toprakları yüzyıllardır Türk egemenlerinin sömürgesi durumundadır. Bu durum bugün de değişmemiştir. Benzer bir durum Irak'taki Kürtler için de geçerlidir. Onlar da Birinci Dünya Savaşına kadar Türklerin, ardından da Arapların boyunduruğu altında yaşamışlardır. Türklerin ya da Arapların boyunduruğu altında yaşamak, ABD'nin "ileri karakolu" olsa bile ayrı bir Kürt devletinde yaşamaktan daha mı iyidir? Ve her şeyden önce hangi seçeneğin daha iyi olduğuna kim karar verecektir? Türk veya Arap sosyal-şovenleri mi, yoksa Kürt halkının kendisi mi? Bu tür şovenistler açısından ABD'nin Irak'ı işgal etmesi bulunmaz nimet olmuştur. Nitekim bu sayede Kürtlerin mücadelesine dönük şovenist tutumlarını arkasına gizleyebilecekleri bir anti-Amerikancılık paravanını elde etmiş oluyorlar. Kürt sorununun Irak'taki gelişmeler temelinde nasıl bir boyut kazandığı anlamlı bir tartışma olacaktır kuşkusuz. Ancak ezilen ulusların mücadelesi ve onları bekleyen tehlikeler hakkında ahkâm kesmek Marksizm değildir. Lenin, komünistlerin her şeyden önce gelen görevini şöyle koymuştu:Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, herşeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermektedir. Yoksa, ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının binde-bir olması durumunda bile, bu istem, mutlak bir istemdir.[14]Demek ki, komünistlerin başkalarına akıl vermeden önce, Kürt sorunu karşısında en temel görevlerini, yani Kürtlerin özgürlüğünü ve bağımsızlık hakkını savunmayı ve bu temelde Türk milliyetçiliğine karşı savaşım görevlerini layıkıyla yerine getirmeleri beklenir. TKP, ezilen ulusun "özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını" bu sorun konusundaki propagandasının merkezine oturtuyor mu? Hayır!2) "Türkiye'deki Kürt halkımız daha fazla yoksuldur. Ekonomik, kültürel, siyasal ayrımcılığa uğramıştır." Sorun ayrımcılıktan çok daha ötedir. Koskoca bir halk yıllardır boyunduruk altında tutulmakta, inkâr ve imha politikalarıyla ezilmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır. En temel haklarından yoksun durumdadırlar. Kürt hareketinin kendi içinde sınıfsal ayrımların varolduğu, bu sınıfların söz konusu ayrımcılıktan farklı paylar aldığı, Kürt "ağa" ve patronlarının kendi sınıfsal çıkarları için Kürt emekçilerini her an satmaya hazır oldukları vb., Kürt devrimcileri açısından olmasa bile Marksistler açısından çırılçıplak bir gerçektir. Ne var ki bu gerçeğe işaret ederek Kürt hareketinin ancak sosyalistlerin önderliğinde gerçek bir toplumsal kurtuluşa ulaşabileceğini söylemek -bu doğru olsa bile- büyük Türk şovenizminin bayraktarlığına soyunan TKP'nin haddine düşmez. Bu gerçeğe işaret etmekle yetinerek, ulusal baskı olgusunu ve kendi kaderini tayin hakkını kısa devre etmeye çalışmak tastamam şovenist bir tutumdur. Ulusal sorunun çözümündeki temel ilke olan ulusların kendi kaderini tayin hakkından ne anlaşılması gerektiğini şöyle açıklıyordu Lenin: Bu, Marksistlerin programındaki "ulusların kendi kaderini tayin etmeleri" ilkesi, tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasal kaderini tayin etme, siyasal bağımsızlık, ulusal bir devletin kurulmasından başka bir anlama gelmez demektir. [15]TKP ya ulusal sorunun ne olduğunu bilmiyor ya da biliyor ama çarpıtıyor.3) "TKP, sosyalist Türkiye'de ayrımcılık için tek bir neden olmayacağını ilan etmektedir. Bu sorunun çözümü süreç işi falan değil, yalnızca bir kalemliktir." TKP ilan ettiği için güvenmekten başka yapacak şey kalmıyor. Bu bir kalemlik çözümün basitçe ne olduğu ise söylenmiyor. Lenin uzun yıllar "kapitalist düzende ulusal sorunun çözümü olanaksızdır, sosyalist düzende ise gereksizdir" yaklaşımıyla savaşmıştı. 1917 Ekiminde bile kalkıp, Rusya'da yaşayan halklara "Sosyalist Cumhuriyet"i kurmaya var mısınız demedi. Tam tersine, 1917 Ekim devriminde, iktidarı tümüyle üstüne aldığını ilan eden Sovyet'in 1 numaralı bildirisini kaleme alan Lenin, Çarlık Rusya'sı dahilinde yaşayan tüm uluslara kendi kaderlerini tayin hakkının tanındığını belirtmişti. Ve böylelikle gerçekten de "bir kalemde" ulusal sorun çözülmüştür. Bu karar sonucunda Finlandiya, Polonya gibi ülkeler kendi bağımsızlıklarını ilan ederek ayrıldılar. Buna mukabil, yine bağımsızlıklarını ilan eden diğer bir grup uluslar ise (Azeriler, Gürcüler, Ermeniler, Ukraynalılar, Özbekler, Kırgızlar, Kazaklar, Belaruslar vb.) kendi bağımsız kararlarıyla Rusya'yla bir federasyon oluşturdular. Bir başka deyişle önce bağımsız, özgür ve diğerleriyle eşit bir ulus haline gelip sonra federatif bir birliğin "eşit kurucuları" haline geldiler. Finlandiya ve Polonya bu federasyona katılmak istemedi, kimse de onları zorlamadı! TKP'nin bir kalemde vaat ettiği çözümün bu olmadığını biliyoruz. Sosyalist iktidarlarının "birinci gününde" uygulayacaklarını ilan ettikleri "Komünist Kararname"de Kürt sözcüğü bir kez bile geçmediği gibi Kürt sorununa yorulabilecek son maddede; "Ülkemizde yaşayan bütün halklar arasında kalıcı bir kardeşlik kurulacak, halkların iktisadi, siyasi ve kültürel olarak eşit ve özgür bir yaşamı paylaşması sağlanacaktır" deniliyor. Aynı boş vaatler. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı nerede?4) TKP'nin "çözümü" mümkündür, "çünkü Türkçe konuşan işçinin Kürtçe konuşan kardeşini aşağılamak için -hele birlikte sömürü düzeninin üzerine yürüdüklerinde- herhangi bir gerekçesi yoktur." "Türkçe konuşan işçi"nin "Kürtçe konuşan kardeşi"ni aşağılaması için gerçekten de hakiki bir sebep yoktur. Ancak sorun şu ki, uzun yılların getirdiği büyük ulus şovenizminin etkileri hakim burjuva ideolojisi nedeniyle ezen ulus işçi sınıfının içine de sızmıştır. Dolayısıyla ortalama bir ezen ulus işçisi, bundan hiçbir gerçek çıkarı olmadığı halde ezilen ulusa mensup sınıf kardeşi karşısında kendini daha üstün ve ayrıcalıklı görme eğilimindedir. Öte yandan karşı taraf da bu aşağılanmayı her yönüyle hisseder, yaşar. Bu yüzyılların birikimidir. İşte bu sebeple ezen ulus işçisinin temelsiz önyargılarını kırmak ve ezilen ulus işçisinin de haklı güvensizliğini aşabilmek için, baskının bu özel biçimine karşı özel önlemlerin alınması gerekir. Yoksa onun kısa devreye getirilmesi değil. Bu güvensizlik aşılmadığı sürece işçi sınıfının gerçek birliğinin sağlanması, yani proletarya enternasyonalizmi ilkesinin hayata geçmesi mümkün olamaz. Ulusal sorunun çözümü gerçekten de bir kalemliktir. Ancak ulusal husumetlerin yok edilmesi, önyargıların kırılması, böbürlenmenin sona ermesi için bilinçli bir müdahaleyi, ek tedbirleri gerektiren bir mücadele yürütülmelidir. Tastamam da bu yüzden, Lenin, bu tür önlemlerin düşünülmesi ve her alanda bir ayrımcılığın gözetilmesi gerektiğini belirtir. Ama bu kez geçmişin ezilen ulusları lehine, ezen uluslarının aleyhine olan bir ayrımcılık. Yani pozitif bir ayrımcılık! Lenin bu ilkeyi, ilginçtir, Ekim devriminden önce değil sonra geliştirdi. Çünkü Çarlığın eski uluslar hapishanesinin mahkûmları artık serbest de olsalar, yılların damgası hem onların, hem de onları içeri tıkanların üzerinden bir çırpıda silinemezdi. İç savaşta işçi devletinin aldığı darbelerle birlikte bürokrasinin giderek artan yükselişi, eski şovenist pisliğin yeniden dirilişinin de ifadesiydi. Bağımsızlıklarını elde ettikten sonra, Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu olarak bir araya gelmiş olan çeşitli ulusların önünde bu birliği gerçek bir birliğe dönüştürme süreci yatıyordu. Ve Lenin bu sürecin zorlanmaması, yapay olarak hızlandırılmaması doğrultusunda uyarılarını kesintisiz sürdürdü. Ona göre gerçek birliğe giden bir yol bal gibi ayrılıktan geçebilirdi. Ve Federasyon biçimi belli bir dönem boyunca oldukça uygun bir biçimdi. Ne var ki, Lenin'in deyişiyle "büyük Rus zorbası", "nasyonalist sosyalist" Stalin'in planları farklı idi. Hasta yatağında şöyle yazıyordu Lenin:Ulusal sorun konusundaki yazılarımda, milliyetçilik sorununun genel bir soyutlama içinde sunulmasının hiç yararı olmayacağını belirtmiştim. Ezen ulusla ezilen ulusun milliyetçiliği, büyük ulusla küçük ulusun milliyetçiliği arasında kesin ayrım yapılması gereklidir.İkinci tür milliyetçilik açısından, büyük bir ulusun vatandaşları olan bizler, tarihsel oluşum içinde sayısız şiddet olayları nedeniyle hemen her zaman suçlu olmuşuzdur...İşte bu nedenle ezenler ya da (ancak şiddetlerinde büyük, zorbalıklarında büyük oldukları halde) "büyük" ulus diye tanımlanan uluslar açısından enternasyonalizm, sadece uluslar arasında biçimsel eşitliğin sağlanması değil, uygulamada nasılsa ortaya çıkacak eşitsizliği dengeleyecek ölçüde büyük ulus aleyhine eşitsizliğin sağlanması demek olmalıdır. Bunu anlamayanlar, ulusal sorun konusunda gerçek proleter tutumu kavramamışlardır. Bunlar bakış açılarında henüz küçük-burjuvadırlar ve bu nedenle de burjuva görüş açısına düşmeleri kaçınılmazdır.[16]Bayrak gibi, milli marş gibi eski milliyetçi sembollerin sökülüp atılması, resmi bir devlet dilinin ortadan kaldırılması, eğitimin her ulusun kendi dilinde yapılacak olması vb. tedbirler bile yeterli olmayabilirdi. Geçmişin ezilen uluslarına, geçmişin ezen uluslarıyla arayı kapatması için pozitif bir ayrımcılık uygulanmazsa, yani kantarı onlardan yana büken ek siyasi, idari, hukuki, kültürel fırsatlar yaratılmazsa, ulusların gerçek eşitliğinin asla sağlanamayacağını belirtir Lenin ve ekler: gerçek eşitliğe giden yol eşitsizlikten geçer. Lenin'in anlayışı buydu. Lenin'in ölümünden sonra iktidarı ele geçiren bürokrasinin lideri Stalin'in anlayışını özetlemek bile gerekmez, TKP'nin anlayışına bakılması yeterlidir.5) "Kürt yoksulunun kendi göbeğini kendisinin kesmesi denenmiş ve sonuç vermemiştir. Bütün biçimleriyle 'kendi göbeğini kesme' yolları, Kürt kitleler açısından çekici bir seçenek olmaktan da çıkmıştır." Bir başka deyişle, Kürtlere Kürt olmayan bir kurtarıcı gerekiyor. O da TKP'dir.Evet, genel sosyalizm çözümünün "ötesinde" söylenenler bunlar. Koca bir hiçten ibaret. Türkiye "Komünist" Partisi, Kürtlere sosyalist Türkiye'nin eşit kuruculuğunu öneriyor. Ve bunu yaparken, kendi adındaki Türkiye sözcüğünden kurtulmayı gerekli görmemesini bir tarafa bırakalım, kuracağı "sosyalist ülke"nin de adı yine Türkiye olacaktır. Ve Kürtler bu "Türk"iye'nin yani "Türk ülkesi"nin eşit kurucusu olmayı kabul edeceklerdir. İnsaf! Tek ülkede sosyalizm anlayışını savunanların milliyetçiliği, TC'nin ay-yıldızlı bayrağının sol üst köşesine bir orak-çekiç (ya da belki bir çark-çekiç) iliştirme "onuru"nu Kürtlere bahşediyor. Lütfettiniz!Ulusal hareketler sosyalist olabilir mi, olmak zorunda mı?Ulusal bağımsızlık sorunu, özünde, bir burjuva demokratik sorundur. Ulusal kurtuluş hareketlerinin hedefi siyasal bağımsızlığını kazanmış bir ulus-devletin kurulmasıyla sınırlıdır. Bir başka ulusun tahakkümü altında yaşayan bir ulusun, kendi bağımsız devletini kurma istemi, meşru bir istemdir. Bu istemin hayata geçmesi ve bağımsız bir ulus-devletin kurulmasıyla birlikte, artık ezilen ulus sorununun hâlâ devam ettiğinden söz etmek mantıksız hale gelir. Bu noktadan itibaren ezen ulus-ezilen ulus ayrımıyla birlikte, büyük ulus-küçük ulus ayrımı da ortadan kalkar. Ama bugün Türk solunda hâlâ yaygın bir biçimde TC'nin ABD karşısında bir ulusal bağımsızlık sorununun var olduğundan dem vuruluyor. Nitekim A. Güler'in 1960'ların ve 70'lerin "bağımsızlık" anlayışını değerlendiren şu satırları da bunun ifadesi: İz bırakan siyasal girdi ise 1960'lara aittir. Türkiye solu o dönem, bağımsızlık ve ulusal değerler üzerinde tekel oluşturabileceğini kanıtladı ve kendisi de gördü. 1960'ların pratiği sonraki kuşaklar için bir özgüven kaynağı olmalı ve laboratuar incelemelerine tabi tutulmalıdır. … Ancak 1960'ların bitiminde Türkiye solunda devrimcileşme süreci ile bağımsızlık temasının terk edilmesi, şaşırtıcı bir paralellik gösterir. Dolayısıyla 1970'ler de bir o kadar incelenmeyi hak etmektedir. Türkiye solunun kitlesel toyluk yıllarıdır bunlar. Sınıf gerçeğini öğrenen kuşaklar, ulusal değerler ve yurtseverlik başlığının üzerine bir çizik atabilmişlerdir. … Türkiye'de sol, bağımsızlık problematiğinde uzun süre söz sahibi olmamıştır.[17]Ancak iş Kürt hareketine geldiğinde durum değişiyor. Ezen ulusun "sosyalistleri" kendilerine hak gördükleri ulusal bağımsızlığı, ezilen ulus olan Kürtlere reva görmemekteler. TKP de bundan muaf değildir:Yanlış yolun son yolcusu Kürt dinamiğidir. Kürt dinamiği ulusallık ile ufkunu sınırlı tuttuğu sürece, burjuva düzenin paranoyasını yalnızca kaşıyacak ve toplumun bütününe ikna edici bir seslenme düzeneği kurgulayamayacaktır.[18]Şu "komünist"lere bakın ki, ayrılma hakkını Kürtlerin en demokratik hakkı olarak görmüyor; tersine, Türk burjuvazinin paranoyasını azdıracağı ve Türk toplumunun bütününü ikna edemeyeceği gerekçesiyle bu haktan vazgeçilmesini salık veriyorlar Kürtlere.Ama işin yalnızca TKP gibi açık şovenistlerle ilişkili olmayan tarafları da var. O da ulusal hareketlere karşı bir "sol" burun bükmedir. Önce bu tür hareketlere sol-sosyalist misyonlar yüklenir, ardından da bu misyonu oynamadıkları için gerici, milliyetçi ve hatta hain ilan edilirler. Oysa ulusal hareketler adı üstünde ulusal sorun temelinde gelişirler. Gelişen bir ezilen ulus hareketinde, bu harekete ezilen ulusun proletaryası damgasını vurmadığı sürece, söz konusu hareket ezilen ulus burjuvazisinin güdümüne girmekten kurtulamayacaktır. SSCB'nin varlığı koşullarında kimi küçük-burjuva devrimci önderliklerin bu iki temel sınıftan da bağımsız hareket edip, ulusal bir devrimi, devletçi bir ekonomik temel üzerinde yükselen ulusal bir devletin kuruluşuyla noktaladıklarını biliyoruz. Ayrıca bu ulusal devletlerin, Stalin döneminde oluşan, baştan aşağıya bürokratik-despotik SSCB'nin birer kopyası olduklarını da biliyoruz. Ne var ki bu temel koşulun (SSCB'nin varlığı) ortada olmadığı bugünün dünyasında yukarıdaki ikilem değişmeksizin kalır. İşin aslında Lenin'in analizleri de tastamam bu iki yolun farkında olunarak yapılmıştır. Ulusal hareketler, proletaryanın önderliğinde yürütülmediği sürece, dardırlar, ulusal sınırların ötesine geçemezler. Bunlar doğru. Ama bu doğru, söz konusu ulusal hareketlerin meşruluğuna halel getirmez. Ezilen ulusun hareketini meşru saymak ve onun bağımsızlık hakkını kabul etmek için bu hareketin sosyalist olması hiçbir şekilde gerekmez. Tersine bu hakkı kabul etmeyen bir ezen ulus sosyalisti, gerçek bir sosyalist değil, Lenin'in deyimiyle, bir "emperyalist ve alçak" sayılmayı hak eden biridir.Bizler, genel olarak ulusal hareketlerin, özelde ise Kürt ulusal hareketinin dar sınırlarının bütünüyle farkında olarak diyoruz ki, bu hareket meşrudur. Tarihsel ve mantıksal olarak gidebileceği en ileri nokta, emperyalizm çağında siyasal bağımsızlık ne kadar mümkünse ancak o kadar bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasıdır. Ve bu talep, "Türk" işçi sınıfı tarafından haklı bir talep olarak kabul edilmelidir. Kürt hareketini böylesi bir burjuva ulus-devlet hedefinden daha öteye taşımak, Kürt "yurtseverleri"nin değil, en başta "Kürt" komünistleri olmak üzere tüm komünistlerin görevidir. Bu görevi yerine getirebilmek için Kürt halkının bağımsızlık talebinin meşru olduğunu anlatmaya ve bu temelde her türlü ezen-egemen ulus milliyetçiliğine karşı kararlı bir mücadele vermeye devam edeceğiz.Sınıfın öncüsünün enternasyonalist eğitimi acil ve güncel görevdirSınıf mücadelesinin geriye çekildiği gericilik dönemlerinde, geniş işçi kitlelerine ve topluma hakim olan özünde burjuva ideolojisidir. Egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Bu fikirler kitlelerin zihninde ideolojik bir bilinç çarpılmasına yol açmakla kalmaz, burjuvazi hakim toplumsal ilişkilerden dolayı bunu yeniden ve yeniden üretir. Fakat komünistler her dönemde, burjuva ideolojisine karşı bıkmadan usanmadan mücadele ederler. Komünistler geniş işçi kitleleri gibi kendilerini burjuvazinin ideolojik hegemonyasına teslim edemezler. Bu noktada daha tehlikeli olan, burjuva temeli çok açık olan saldırılar değil, küçük-burjuva devrimci anlayışların kızıla boyayıp Marksizm sosuna batırarak sundukları burjuva fikirlerdir. Bu tür küçük-burjuva devrimci akımlar kendi sınıf temellerinden ötürü bir yandan açıkça proleter sosyalizmine karşı çıkarlarken, bir yandan da kimi zaman farkında bile olmaksızın burjuva ideolojisinin taşıyıcılığını yaparlar. Toplumun verili bilincini, değiştirilmesi gereken gerçekliğin kendisi olarak değil, ya tapınacakları değişmez bir durum olarak ele alırlar ya da hepten inkâr edip görmezden gelirler. Kapitalist dünya ekonomisi derin bir bunalımdan geçiyor. Bu bunalımın askeri ifadesi olan emperyalist savaşlar önümüzdeki süreçte çok daha yaygın hale gelecek bir tehdit olarak önümüzde duruyor. Ne var ki, bu sürecin en belirleyici faktörü işçi sınıfı olacaktır. Bu bunalım bir yandan da dünya işçi sınıfını her geçen gün mücadele sahnesine itiyor. Yeni bir yükselişin olanakları gitgide belirginleşiyor. Fakat insanlığa yeni kurtuluş olanakları sunacak tarihi bir döneme girilmiş olunsa da, bu koşulları değerlendirecek ve devrimci proletaryanın insanlığı kurtuluşa götürmesinde ona önderlik etmeye muktedir bir Enternasyonal hâlâ ne yazık ki oluşturulabilmiş değildir. Bu gerçekten hareketle önüne böylesi bir dünya partisinin yaratılmasını değil de, kendi dar ulusal sınırlarına odaklanmayı koyan anlayışlar eninde sonunda iflâs etmeye mahkûmdurlar. Emperyalist rekabetin son derece kızıştığı, ve paylaşım savaşlarının hiç de uzak bir ihtimal olmadığı böylesi dönemlerde, işçi sınıfının bilincinin özellikle milliyetçiliğin her türüne karşı uyanık tutulması, sınıfın enternasyonalist eğitiminin başa çekilmesi daha da önemli bir görev haline geliyor. Bu görev, sınıfın yalnızca uzun vadeli çıkarları açısından değil, acil çıkarları açısından da kendisini dayatmaktadır. Nitekim, 20. yüzyılın iki büyük emperyalist savaşında da, burjuvazi işçi sınıfını devrim yolundan saptırabilmek için yurtseverlik, milliyetçilik, ulusal özgürlük ve bağımsızlık kavramlarını kullandı. İster topyekûn ister bölgesel düzeyde patlak verecek yeni savaşlarda da aynı temalar yoğun bir biçimde kullanılacaktır. Hal böyleyken, hele Türkiye gibi uzun yıllardır Kürt halkına karşı bir imha savaşının yürütüldüğü topraklarda mücadele eden komünistlerin, en ırkçısından en sulandırılmışına kadar her türlü milliyetçiliğe karşı amansız bir kavga vermesi zorunludur. Bunu yapmayanların kendisine komünist demeye hakkı yoktur. Akın erensoy- Marksist tutum

Hiç yorum yok: